O korkunç hissiyatın ne zaman başladığı meçhul, fakat Allah’tan artık tanıdık hale geldi.
Devrimimizin soldan, sağdan ve merkezden kemirilmesini seyrederken korku ve endişe sancılarıyla sorulan ‘nereye gidiyoruz’ sorusu… ‘Bütün bunlar gerçek değil miydi yoksa?’ kaygısı… Emin olun korkunç bir his bu – ve sormadan edemiyorum: bu his ne zaman başladı?
12 Şubat 2011’de mi başladı?
O zamanlar uluslararası medyanın sevgilisiydik. Mısır o günlerde haberlerin odağındaydı, bütün medya bize bayılıyordu, nasıl bayılmasınlardı ki? Mübarek çekildikten sadece 24 saat sonra Tahrir Meydanı, döner kavşağı ve yan yolları temizleyen, 18 günlük oturma eylemimiz boyunca biriken çöpü asfalttan kaldıran gönüllülerle dolmuştu. Ve ne kadar güzel bir manzaraydı; isyan eden Mısırlıların hoş ve barışçı doğasıyla mükemmel bir uyum içindeydi, devrimlerini sorumlu vatandaşlığa dair aynı derecede şahane bir dersle nihayetlendiriyorlardı.
Fakat durun. Bu sahneyi televizyonda izlediğinizde, o gün Tahrir’de boya fırçalarının ve beyaz kireç kovalarının da olduğu dikkatinizi çekti mi? Meydan temizliğinin bir parçasının da sloganların ve bütün duvarlara yazılmış yazıların üzerini kapatmak olduğuna dikkat ettiniz mi? O güne dair tek düşünebildiğim şu: ne kadar cüretlilerdi?! Devrimin ilk on sekiz gününde dillerden düşmeyen başslogan “Halk sistemi devirmek istiyor!” idi. 12 Şubat’ta ulaştığımız tek şey bu sistemin başındaki şahsı çekilmeye ve gönüllü olarak Şarm el Şeyh’e gitmeye zorlamak olmuştu. “Sistem” hâlâ yerli yerindeydi. Öyleyse Tahrir’deki sloganların üzerini badanalamanın âlemi neydi? Velhasıl böylece “devrimin çalınacağına” dair ilk korkular gelişmeye başladı ve sonrasında hepimizi yoklar oldu.
19 Mart 2011 miydi?
Yemen ve Bahreyn’deki isyanlar nedeniyle medyanın kameraları Mısır’dan çevirmesi sonrası (tıpkı bizim de Tunuslulara yaptığımız gibi) işte o gün gözler tekrar bize döndü. Mısırlılar, Mübarek rejiminin ülkeyi yönettiği 1971 Anayasası’ndaki sınırlı bir dizi değişiklik için referanduma çağrıldı. Birçok insan hayatında ilk kez oy kullanıyordu – ben de dahil! Ve ilk kez insanlar sandıktan ne çıkacağını hakikaten merak ediyordu. Kısacası bu, Mısır’ın demokrasiye geçiş sürecinde “tarihi” bir an, Mısır’ın modern tarihinde gördüğü en temiz referandum, birçok arkadaşım ve akrabamın parmaklarında mor oy kullanma mürekkebini ilk kez gördüğüm gündü. Tarihe tanıklık ediyorduk. Uluslararası medya buna da bayıldı, nasıl bayılmasınlardı: Mısır ilk demokrasi sınavına girmiş ve yıldızlı pekiyiyle geçmişti.
O da değil, o da değil, henüz değil… O eksiklik duygusu geri döndü. Referandum tepeden tırnağa görülmemiş boyutlarda bir hukuki maskaralıktı – ve bu maskaralığın başını elbette ki ülkeyi yöneten Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi (SCAF) çekiyordu. Mübarek çekildikten hemen sonra, Mısırlı hukukçuların büyük çoğunluğu 1971 Anayasası’nın meşruiyetini kaybettiği konusunda hemfikirdi. Ama şimdi SCAF, o anayasayı daha yeni alaşağı eden bizden her şeyi unutmamızı, gidip artık ortada olmayan bir anayasada yapılan değişikliklere oy vermemizi istiyordu. O değişiklikleri bize istikrara giden en kestirme yol diye kakaladılar: parlamento ve devlet başkanlığı için hızlı seçimler, ardından yeni bir anayasa.
İnsan SCAF’ın bu aşamada bir anlaşma yapıp yapmadığını merak ediyordu. SCAF siyasi iktidarı bir şekilde bırakmak için niye bu kadar acele ediyordu? Evet, ordunun kışlasına dönmesi elbette ki doğal ve iyi bir şey. Fakat SCAF’ın temsil ettiği bu bizim ordumuz 60 yıldan beri fiiliyatta kışlasına dönmüş falan değildir. Bugün olan, ordunun siyasi hayattan çıkmasına dair bir pazarlık. Ve görünüşe göre ordu buna öyle kolay razı olmayacak.
Geldik 5 Eylül 2011’e
Yoksa birkaç gün öncesi miydi?
Evet, “devrimin çalınacağına” dair aynı korkular tekrar peşime düştü; karnımda o bildik çelik soğuğu sancı gezinmeye başladı. Mübarek üçüncü kez hâkim karşısındaydı ve dava devrimci Mısır’da hukukun üstünlüğünü gösteren mükemmel bir kanıttı. Bir halk devriminin ardından yargılanan ilk Arap diktatörüydü. Kısacası, bu da bir başka “tarihi an”dı ve uluslararası medya buna da bayılmıştı. Fakat niye sevinemiyordum?
Peki, yeni başlayanlar için tane tane anlatayım: Mübarek aleyhindeki suçlamaları yönelten başsavcı bizzat Mübarek’in atadığı biri. Ve başsavcılık Mübarek’i tam olarak ne ile suçladı? Valla üç suç var ortada: Göstericileri öldürmeye azmettirmek; Şarm el Şeyh’te usulsüz şekilde beş villaya sahip olmak ve İsrail’e piyasa fiyatının aşağısından doğalgaz satmak… Bu kadar mı? Bu liste diktatörlük, siyasi suçlar ve ekonomik yolsuzluk ile ilgili otuzdan fazla suçu üçe indirmesi itibariyle maskaralık olmakla kalmıyor; daha da kötüsü var: Mübarek birinci ve üçüncü ithamlardan çok büyük ihtimalle aklanacak.
Tahrir Meydanı bugün öyle temiz ki bal dök yala. Döner kavşakta çadırlar yok, çimleri ağırlıklarıyla ezen oturma eylemcileri yok, sloganlar veya tabelaların ve trafik ışıklarının üzerine asılmış pankartlar yok.
Erdoğan da SCAF’ı bulacak
Erdoğan Kahire’yi ziyaret ettiğinde Tahrir Meydanı’na gitmeye karar verirse, orada bulacağı şey SCAF’ın emrindeki polisler ve ordu personeli olacak. Meydanı oturma eylemi düzenlemek isteyen herkesten koruyorlar, sanki birileri gelip orayı kaçırıp götürecekmiş gibi!
Ramazanın ilk günü SCAF meydanın oturma eylemcilerinden temizlenmesini emretti; aktivistlerden, son aylarda ordu veya polis tarafından öldürülenlerin, yani artık “devrim şehitleri” diye andıklarımızın anne-babaları, yakınları ve dostlarına kadar pek çok farklı insan oturuyordu meydanda.
Fakat 19 Eylül’de bir büyük gösteri daha yapmaya hazırlanıyoruz. SCAF oturma eylemi yapmamıza izin verecek mi, yoksa zorla meydandan çıkaracak mı belli değil. Ve bilene kadar endişe etmemiz için sebepler var. Bizim için ve bugün Mısır’a hükmedenlerle konuştuğunda Erdoğan için.
radikal
Yorumcuların dikkatine… • İmlası çok bozuk, • Büyük harfle yazılan, • Habere değil yorumculara yönelik, • Diğer kişilere hakaret niteliği taşıyan, • Argo, küfür ve ırkçı ifadeler içeren, • Bir iki kelimelik, konuyu zenginleştirmeyen, yorumlar KESİNLİKLE YAYIMLANMAYACAKTIR. |
Bunlar da ilginizi çekebilir...